Unutulmaz Aşk Hikayeleri

Dünyanın en büyük aşk hikayelerinin çoğu ilk görüşte başlar; bir de sevgileri zaman içinde çiçeklenenler vardır… Kimi ilişkilerin dinamiği yoğun ve çok güçlü bir sevgi ile şekillenir. Kimi ise birbirini sığınak olarak gören iki kişinin kurduğu sade bir hayatta yeşillenir. Bazı aşklarsa sürekli bir desteği ve cesareti beraberinde getirir. Ama bir gerçek var her biri efsaneleşir ve asla unutulmaz…

Grace Kelly & Monako Prensi III. Rainer

6 Mayıs 1955 Cuma günü, televizyonun en güzel kadını Grace Kelly için diğerlerinden çok da farklı değildir; yeni filmi için basına konuşacak, birçok röportaj verecek, kuaförüne gidecek ve Monako prensi ile tanışarak kendisi onuruna verilen gala yemeğine katılacaktır. Avrupa turnesinin yoğunluğundan yorulan ve daveti neredeyse iptal edecek olan Grace, yine de sarayın bahçesinde gerçekleştirilen galaya katılır ve sayısız gazeteci, kraliyet üyesi ve fotoğrafçı arasında prensle bir araya gelir. Bu dostane ilk buluşmanın ardından Prens Rainier, Grace’nin tazeliğinden, olgunluğundan, duyarlılığından ve kültüründen çok etkilendiğini dile getirirken Grace de prensin Avrupa’nın en büyülü bekarı olduğunu düşünür.

İkili kısa süre içinde -herhangi bir romantik eğilim olmaksızın- mektuplaşmaya; birbirlerine hayatlarındaki en özel detaylardan çocukluk anılarına kadar yazmaya başlar. Aradan geçen ayların ardından Grace Kelly ve Prens Rainer, ortak bir aile dostlarının evinde düzenlenen Christmas yemeğinde bir araya getirilir. Bu bir haftalık tatillerinde birbirlerine daha çok yakınlaşan ikilinin ilişkisi, prensin evlilik teklifi ile ‘modern zamanların en büyülü masalı’na dönüşür.

“Prens Rainier’le evlendiğimde onun temsil ettikleriyle veya ne olduğuyla değil; kendisi ile evlendim. Ona, aksi bir düşünceye meydan vermeyecek kadar aşık oldum.”

-Grace Kelly

Elizabeth Taylor & Richard Burton

İlişkileri ilk kez, 1961 senesinde Cleopatra filminin çekimleri esnasında, her ikisi de başkalarıyla evliyken başlar. İlk öpüşmeleri ise yine aynı filmin çekimleri sırasında, yönetmen ‘kestik’ dedikten sonra dahi devam eder. 

“Ne yaptığımın farkındaydım, Richard’ı sevmek yanlıştı; ancak buna engel olamıyordum. Aslına bakarsanız bundan kaçmaya da çalışmadım.”

-Elizabeth Taylor

Çift nihayet Montreal’deki Ritz Carlton Hotel’de 1964’ün Mart ayında evlenir. Bu ihtişamlı ve lüks düğün için Elizabeth, giydiği sarı şifon bir tuvaletini vadi zambaklarından demetler ve hayatının aşkı tarafından kendisine hediye edilen zümrüt broşla süsler. On yıl çalkantılı bir romantizmle süren ilişkileri öyle sıra dışı mücevherlerle ışıldar ki içlerinden 70 karatlık damla kesim elmas yüzüğün Taylor-Burton Diamond olarak anılması bir rastlantı değildir.

Mektupları da unutmamak gerek… Richard’ın Elizabeth’e gönderdiği kırkı aşkın aşk mektubundan birini o yan odada uyurken yazdığı söylenir. Ancak birbirlerine çok seven çift, 1973 Temmuz’unda aldıkları ortak kararla ayrıldıklarını açıklar; boşanmaları 1974 Ekim ayında sonlanır. Yine de bir sene sonra yeniden evlenirler. İkinci düğünü takip eden on aylık süreç, ilkinden daha dramatik ve karışık geçer ve yeniden boşanmaya karar verirler. 

“Richard’ı ruhumdaki her bir dokuyla sevdim; ancak biz birlikte olamayız. Bir aradayken çok yıkıcı hale geliyoruz.”

-Elizabeth Taylor

İkili bir daha evlenmese de birbirlerini ne kadar sevdiklerini her fırsatta dile getirirler. Başlangıcından son anına kadar dramatik bir tutkuyla süren bu aşk, ironik bir şekilde onları bir arada tutamayacak kadar yoğundur ve üzerinden seneler geçmesine rağmen asla eskimez.

Audrey Hepburn & Robert Wolders

Her ikisi de hayatın trajedilerini deneyimlemiş, ve her ikisi de kendisini başka insanlara yardım etmeye adamış; artık daha sade bir yaşamı tercih eden oyuncular. İlk kez 1980’de bir akşam yemeğinde tanıştıklarında Robert eşinin ölümü ile acı çekerken Audrey de mutlu zamanlar geçirmez. Bir anda birbirlerine bağlanan ikili aslında ne kadar çok ortak yönleri olduğunu fark eder ve altı ayın ardından basına birlikte olduklarını duyururlar.

“İkimizin de zorlu dönemlerden geçtiği bir zamanda tanıştık; ancak ikimiz de ne istediğimizi çok iyi biliyorduk… Beraberlik.”

-Robert Wolders

Audrey’in İsviçre, Tolochenaz kasabasındaki evinde yaşamaya başlayan çift çok sakin ve sade bir yaşam sürer. 7:30’da uyanıp ev yapımı reçelli ekmek yiyerek başladıkları günleri öğlene kadar UNICEF için çalışarak, öğlen yemekleri için bahçeden sebze toplayarak, akşam üzeri dinlenerek ve üzüm bağlarında yürüyüş yaparak geçer. Dış dünyadan saklı ve güvende geçen barışçıl ilişkileri, ikisine de duygusal anlamda çok iyi gelir.

1987 senesinde her iki oğlu da evden taşındıktan sonra Audrey UNICEF İyi Niyet Elçisi olur ve Robert ile birlikte seyahat etmeye başlarlar. 1992’de Somali’deki yoğun bir iş gezisinden dönen Audrey aniden rahatsızlanır ve hastaneye kaldırılır. Karın bölgesine yayılmış apandis kanseri teşhisi koyulan Audrey’in fazla zamanı kalmamıştır. Robert, hayat arkadaşının tek arzusunu yerine getirmek için arkadaşları Hubert de Givenchy’nin özel uçağını ödünç alır ve evlerine uçarlar. Son birkaç haftası tam da Audrey’in istediği gibi geçer; yanında iki oğlu ve Robert, bahçede kısa yürüyüşler, geleneksel aile yemeği…

Audrey, 20 Ocak 1993’te uykusunda usulca son nefesini verir; Robert’i ardında kalbi kırık bırakır.

Frank Sinatra & Ava Gardner

“Daima ve sonsuza dek iki aşık olduk. Bunlar büyük kelimeler, biliyorum; ama ne olursa olsun her zaman birbirimizi seveceğimizi gerçekten hissediyorum.”

-Ava Gardner

Hollywood’da bir efsane haline gelmiş, aşk şarkılarının uzmanı ve her genç kızın rüyası Frank Sinatra, akıl almaz güzellikte ve seksapalitesi ile büyüleyen Ava Gardner için 20 yıllık eşi Nancy Sinatra’dan ayrılır ve hayranlarını hayal kırıklığına uğratır. Tutkusu ile yine de tüm bakışları üzerinde toplayan ilişki, arka yüzünde sayısız nedenden çıkan kıskançlık krizlerine gebedir. İkisi de çabuk sinirlense de anlaşmazlıklarını ve kavgalarını çabucak unutacak kadar birbirlerine bağlıdır.

Ava’nın televizyondaki şöhreti artarken Frank’inki azalmaya başlar; kendini gölgede ve terk edilme korkusu ile tehdit altında hisseder. Frank’in yeniden mutlu olmasını isteyen Ava onun için From Here to Eternity filminde bir rol ayarlar. Artık ikili son derece mutludur; Hollywood parti sahnesinin ortasında, her yerden gelen film senaryoları arasında… Öyle ki artık birlikte vakit geçiremeyecek kadar ayrı ve yoğun programları vardır. Sonunda, birbirlerini çok sevmelerine rağmen, 1957 senesinde boşanırlar. Boşanmalarının ardından Ava İspanya’ya taşınır ve bir daha evlenmez. Frank’in ise rol aldığı her filmin setindeki soyunma odası aynasına Ava’nın fotoğrafını astığı söylenir.

İlerleyen zamanlarda -hayatını sıkı bir tiryaki olarak geçiren- Ava, çoklu sağlık komplikasyonlarından muzdaripken masrafları Frank tarafından karşılanan bir dizi medikal müdahaleden geçer. Yine de 1990 senesinde hayatını kaybeder ve ardında Frank Sinatra tarafından yazılmış en samimi ve kişisel şarkıyı bırakır, I’m a Fool to Want You.

Diana & Reed Vreeland

Her daim fikirlerine saygı gösterilen, konuşmaları dinlenen ve stil sahibi bir çift olarak anılacaklar; Diana & Reed Vreeland.

1903 senesinde Paris’te ayrıcalıklı bir yaşama gözlerini açan Diana, I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ailesiyle New York’a taşınır. 1922’ye gelindiğinde iki kez Vogue dergisi tarafından en iyi giyinen sosyetik sima olarak öne çıkarılmıştır ve bir sonraki sene gerçekleştirilen kotilyon balasında Yale’den yeni mezun Reed ile tanışır. 

“İlk görüşte aşktı. Hiçbir şey mutluluğumu bozamazdı. Reed bana kendimi güzel hissettirdi.”

-Diana Vreeland

O seneyi takip eden Mart ayı için evlilik kararı alan ikilinin düğün organizasyonları, Diana’nın -arasının pek de iyi olmadığı- annesinin karıştığı bir skandal yüzünden alt üst olsa da Vreeland çifti mutluluklarını hiçbir şeyin bozmasına izin vermeksizin dünya evine girer ve New York, Albany’deki çiftlik evlerinde domestik bir yaşam sürmeye başlarlar. Finans sektöründe çalışan Reed’in işleri nedeniyle ise bir süre sonra Birleşik Krallığa taşınırlar ve Diana burada bir iç çamaşırı butiği açar. Kulaktan kulağa yayılan butik ünlü müşterileriyle bir anda olağanüstü bir başarı elde eder.

1933 senesinde yeniden Amerika’ya taşındıklarında ise Diana mevcut yaşam şeklini sürdürmek için çabalaması gerektiğini fark eder. Bir gün St. Regis’te düzenlenen bir partide dans ederken stil duygusu ve modaya olan kabiliyeti Harper’s Bazaar editörü tarafından fark edilerek derginin editör kadrosuna davet edilir. Gerisi ise, dedikleri gibi, gerçek bir tarih; Diana 1937-1962 senelerindeki performansı ile derginin en uzun süre çalışan ismi olur. Sadece derginin değil, dönemin modasının nabzını da tutan öncü isimlerden olan Diana ile tüm bu süreçte ondan desteğini ve sevgisini esirgemeyen eşi 1955’te New York, Park Avenue’daki meşhur dairelerine taşınır. 

“Diana disiplinle yönetilen bir hayal gücünü yaşadı ve tamamen yeni bir uzmanlık alanı yarattı. Moda editörlüğü icat eden Vreeland’dir.”

-Richard Avedon, Fotoğrafçı

1960’larda yemek borusu kanseri teşhisi konan Reed, yavaş yavaş sağlığını kaybetmeye başlar ve o dönemde Vogue dergisi editörü olan Diana, yoğun temposundan zaman yarattıkça onun bakımını üstlenir. 1966 senesinde Reed’in hayatını kaybetmesinin ardından Diana teselli edilemez. 

Jane Birkin & Serge Gainsbourg

Bir yanda eksantrik Fransız şarkıcı, söz yazarı, aktör, şair, besteci ve yönetmen; hiçbir türde takılı kalmayan, devrimci, progresif ve Fransız müzik ve sinema dünyasının efsanesi Serge Gainsbourg. Diğer yanda İngiliz oyuncu ve şantöz; onlarca sene partnerinin ilham perisi olan ve ona öldüğü güne kadar şarkılar yazdıran Jane Birkin.

İkili ilk kez Slogan filminin seçmelerinde bir araya gelir; Jane tek kelime Fransızca konuşamadığı için Serge onu liste dışı bırakmayı düşünürken ağlanması gereken bir sahne ile ona bir şans daha verir. İngiliz besteci John Barry’den yeni ayrılmış olan Jane artık göz yaşlarını tutamaz ve son derece gerçekçi performansıyla rolü kapar. Film ekibi için verilen akşam yemeğinde ikili bir anda masada baş başa kalır ve Jane Serge’yi dansa kaldırır. Dansın ardından ikili bir Rus gece kulübünde görülür; Serge müzisyenleri Jane için bir şarkı çalmaya ikna eder. Bu Jane’in -kendi sözleriyle- geçirdiği en romantik akşamdır. 

“Yüzü, sıra dışı üzgünlükteki gözleri ve güzel ağızıyla, gördüğüm diğer birçok yüzden çok farklıydı. Bana kelimelerle oynadığı bir şiirini okudu. İnanılmaz bir tirattı; çok romantik ve son derece komikti.”

-Jane Birkin

1969’da Paris’te Serge, Brigitte Bardot ile yakalanır; hayranlarını şaşkına çeviren bu haberin tüm dünyada yankı bulması kaçınılmazdır. Bu maceralı kaçamağın ardından çift ilk düetleri Je t’aime…Moi Non Plus (I Love You…Neither Do I) şarkısını yayınlar. Şarkı, içerdiği alt anlamlar nedeniyle Vatikan tarafından yasaklanır ve pek çok ülkede sansürlü olarak dinleyici ile buluşur.

Takvimler 1971’i gösterdiğinde sevgileri gitgide derinleşen çiftin kızları Charlotte dünyaya gelir. Yine de çok takıntılı ve tutkulu birçok ilişki gibi, duygularında sert inişler ve çıkışlar yaşayan, birbirlerini çok seven Serge ve Jane, birbirlerine çok kötü geldikleri kararı ile 1983 senesinde ayrılırlar.

Ayrılmalarına rağmen arkadaş kalan çift, sıklıkla telefonda konuşmaya devam eder. Senelerce yoğun şekilde kötü alışkanlıkları olan Serge, tüm bedenini bağımlılığına teslim eder ve 45 yaşında kalp krizi geçirir; 2 Mart 1991’de ise 5bis Rue de Verneuil’deki evinde ölü bulunur. O ana kadar Jane için şarkı yazmaya devam etmiştir.

Carlo Ponti & Sophia Loren

Yoksulluk içinde, bekar bir annenin gayrimeşru çocuğu olarak hayata gelen Sophia, 11 yaşındayken dahi geleceğinin filmlerde yattığını bilir. 1950 senesinde katıldığı Miss Eleganza güzellik yarışmasının jürilerinden İtalyan film yapımcısı Carlo, Sophia sahneye çıktığı andan itibaren gözlerini ondan alamaz. 

“Onu ilk gördüğüm anda benzersiz biri olduğunu anladım. Onda insanı büyüleyen bir şey vardı.”

-Carlo Ponti

O esnada eşinden ayrı yaşamasına rağmen evli olan Carlo, Sophia’nın yetenek menajerliğini üstlenir ve ismini Sofia Scicolone’den Sophia Loren’e değiştirir. Takip eden 4 sene içinde 30’u aşkın filmde oynayan Sophia, henüz 20 yaşındayken Carlo’dan elmas yüzükle evlilik teklifi alır. Aralarındaki 22 senelik yaş farkı dolayısıyla ilişkilerinin yürümeyeceği eleştirilerine rağmen 17 Eylül 1957’de gizli bir törenle evlenirler. Bir ay sonra, henüz balayındalarken, Katolik Kilisesi’nin boşanmayı tanımadığı ve Carlo’nun iki eşli olduğu; Sophia ile olan evliliğinin yasal olmadığı haberi yayılır. 

“Evliliği uzun süre önce biten bir adama aşık oldum. Onun eşi olmak ve onun çocuklarını doğurmak istiyordum.”

-Sophia Loren

Mahkemelerde geçen senelerin hiçbir sonuç vermemesi üzerine Carlo Fransa’ya taşınarak İtalyan vatandaşlığından çıkar ve Fransız vatandaşı olarak boşanmayı talep eder. Takvimler 9 Nisan 1966’yı gösterdiğinde çift yeniden karı-koca olduklarını ilan eder. Film ve televizyon kariyerlerinde de başarı elde etmeye devam eden çiftin birbirlerine duydukları derin sevgi, onları iki çocuklu mutlu bir aileye dönüştürür.

Biz Türklerin Unutulmaz Aşkları

Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan

Osmanlı tarihinde önemli bi yer tutan bu aşk, Osmanlı padişahlarının en etkili isimlerinden Kanuni Sultan Süleyman gönlünü Rus asıllı bir cariyeye kaptırmasıyla başladı. Saraydaki adı Hürrem olarak bilinen bu cariye, Kanuni Sultan Süleyman’ı cazibesiyle ilk bakışta etkilemeyi başardı ve Sultan’ı kendine aşık etti.

Hürrem, Muhteşem Süleyman’ı sadece kendine aşık etmedi onun nikahlı eşi de oldu. Artık Hürem Sultan olarak anılmaya başayan Hürrem, Osmanlı tarihinde entrika çalışmalarıyla ün yaptı. Hürrem Sultan, Osmanlı devletinde yönetimde hak sahibi olan tek kadın oldu.

Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın kendisine olan aşkını hep kullandı, düzenlemiş olduğu saray içindeki entrikalarla devleti olumsuz bir şekilde etkiledi. Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ı ilk eşi Gülbahar Hatun’u ve ondan olan oğlunu Mustafa’yı öldürmesi için kışkırttı. Hürrem çevresinde tehlike arz eden bütün kişileri Kanuni’nin kanına girerek ya öldürtüyor ya da cezalandırıyordu. Kanuni’nin ise Hürrem Sultan’a olan aşkı onun kolları ve gözyaşları arasında ölene kadar devam etti.

Nazım Hikmet-Piraye Hanım

1932 senesinde evlenmeye karar veriyorlar. İlkin hep beraber bir köşke yerleşiyorlar. Bu süreçte Piraye, Vedat Örfi’den henüz boşanmamış ancak 13 Eylül’de bu boşanma gerçekleşiyor. Böylelikle her şey güzelleşiyor. Her şeyin yoluna girdiği bir zamanda, bu kez de önce ‘Gece Gelen Telgraf’ isimli kitap için toplatma kararı çıkartılıyor. Ardından ise Nazım tutuklanıyor.

Her şeyin yoluna girdiği bir zamanda, bu kez de kader sillesini vuruyor onlara... Önce 'Gece Gelen Telgraf' isimli kitap için toplatma kararı çıkartılıyor. Ardından ise Nazım tutuklanıyor.

Açılan davalar sonucunda Nazım’ın önce idam talebiyle yargılanması isteniyor, ardından ceza af yasasıyla 1 yıla kadar düşürülüyor. Zaten yaklaşık 1 buçuk yıldır içeride yatan Nazım da salınıveriyor. Nazım ise içerideyken Piraye’ye birçok mektup yazıyor. Sene 1935 Nazım, kız kardeşinin arkadaşı Piraye Hanım ile sonunda evleniyor.

1938 senesinde bir gece yarısı, Nazım polisler tarafından alınarak Ankara’ya götürülüyor. Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından hızla yargılanarak kanıtlanmış herhangi bir suçu yokken, komünizm propagandası yapmakla suçlanıyor ve tam tamına 15 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Oradan ‘karıcığına’ mektuplar yazmaya başlıyor. Bu kararla birlikte, Piraye’yle Nazım’ın tam tamına 12 yıl sürecek mektuplaşmaları da başlamış oluyor

Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’nde yatarken, ziyaretine dayısının kızı Münevver Berk ziyaretine gelir. Nazım’ın Piraye ile evlendiği günlerde Fransa’dan dönen Münevver ile aralarında kısa bir yakınlaşma yaşansa da Münevver ressam Nurullah Berk’le evleniyor ve bir kızı oluyor. Ancak Nazım, Münevver’i tekrar görmesiyle birlikte kendisinden 16 yaş küçük, kumral, yeşil gözlü bu kadına aşık oluyor… 🙁

Bu duruma daha fazla dayanamayan Nazım, yıllardır büyük bir sadakatle kendisini bekleyen hayat arkadaşı Piraye’yi bir mektupla durumu anlatır ve terk eder… Oldukça gururlu olan Piraye, ilk celsede boşanmaya karar verir; ancak bir yandan da Nazım’ın hayatındaki kadını merak etmektedir. Nazım’ın aşık olduğu kadını bulma umuduyla uğraşır, merakını gidermek ister ancak ne yazık ki umduğunu bulamaz. Nazım ise bu sırada af umuduyla Münevver’i kocasından boşanmaya ikna eder. Nazım Cumhuriyet’in 15. yılıyla birlikte doğan afla dışarı çıkacak, Münevver de bu sırada kocasından boşanacak ve evleneceklerdi.

Fakat bekledikleri şey gerçekleşmemiş, af çıkmamıştı…

Fakat bekledikleri şey gerçekleşmemiş, af çıkmamıştı...

Münevver ise Nazım’ın cezaevinden çıkamayacağını anlayınca eşinden boşanmaktan vazgeçer. Sonunu bilmediği bu aşk macerasına atılmaya cesaret edemez… Nazım ise aşkını kaybetmenin acısıyla sarsılırken, bir yandan da onu tüm benliğiyle seven ve bekleyen Piraye’yi de kaybetmişti. Nazım bu pişmanlık ve acıyla Piraye’ye yeninden mektuplar yazmaya başlar. “Sana ‘gel’ diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam, ne halt edeyim, öyleyim işte. Fakat gel.” Piraye bir gün, bütün ısrarlara dayanamayarak çocuklarını da alıp Nazım’ı ziyarete gider, ancak Nazım’ın karşısında eski Piraye yoktur.

Sene 1950, Piraye ile artık bir araya gelemeyeceğini anlayan Nazım, açlık grevine başladı ve sağlığının kötüye gitmesiyle hastaneye yatırıldı. O zamanlar özel bir afla hapishaneden çıkacağına olan inancını tekrar kazanan Nazım, Münevver ile görüşmeye başladı. Piraye ise Nazım’ı ziyarete gelmişti. Bu sırada kapı açıldı ve içeriye Münevver girdi. Nazım’ın aşık olduğu kadının Münevver olduğunu anlayan Piraye, apar topar hastaneyi terk etti. Bu Nazım’ın kızıl saçlı Piraye’yi son görüşüydü…

Nazım cezaevinden çıkıp Münevver’le birlikte bir eve çıkar ancak henüz Nazım, Piraye’den boşanmış değildi. Bu boşanma 1951 senesinde gerçekleşti ve hemen ardından Münevver bir erkek çocuğu dünyaya getirdi.

Piraye bu ayrılığın ardından tek bir söz etmemiş, tek bir gazeteye dahi konuşmamıştı. Nazım’la ilgili ne varsa, ölene dair kalbinde saklamıştı… Yani Piraye aşkından ölmüş, ama yine de Nazım’a dönmemiş ve onunla ilgili tek bir kelime dahi etmemişti… Böylece 20 yıl şiirlerle geçen bir aşk sona ermişti. Piraye Hanım 1995 yılında ölene dek kimseyle evlenmedi.

Bülent-Rahşan Ecevit

Türkiye'nin unutulmaz aşkları

Bülent ile Rahşan Ecevit 1946’da evlendi. Geçinebilmek için nikah yüzüklerini, saatlerini sattıkları zamanlar oldu ama birbirlerine yettiler. Çiftin en unutulmaz hikayesi, Bülent Ecevit 12 Eylül darbesi sonrası tutukluyken gerçekleşti. Rahşan Ecevit, cezaevine iki mum getirir. Yılbaşında biri evde, diğeri cezaevinde bu mumları yakar. Birlikte oldukları sürece her yılın ilk dakikasında bu mumları yakacaklarına söz verirler.

Hayatı ilk birlikte gördük. İlk defa ve hayatla mücadeleyi birlikte başlatmış olduk. Bir defa sevdin mi, iyi sevmişsen, o da devam ettiği için sevmiştir ve devam ediyor. Bitmiyor yani.

Rahşan Ecevit

Her çiftin kendi yapısına göre, kendi iç tutumuna göre, ilişki tutumuna göre değişik olur. Yani böyle tekdüze bir şey değil. Bizim özelliğimiz, belki çok erken yaşta evlendik birbirimizle. Sıkıntıları birlikte çektik. Ama bu şekilde duygusal bağlılığımız da giderek artmış oldu.

Bülent Ecevit

Bülent Ecevit 5 Kasım 2006’da aramızdan ayrıldı. Rahşan Hanım cenaze töreninde 83 yaşına rağmen 8 km yol boyunca bir an olsun eşinin cenaze arabasının arkasından ayrılmadı…Bülent Ecevit’in eşine yazdığı birçok şiirden bir tanesinin son kıtası: “Yanımdaki sensin, yalnızlığım sen, kendimden bile uzakta, elim elindeyken..”

Onlar artık her gece 24’de mum ışığı eşliğinde buluşuyorlar. Bazı aşklar vardır ki, ölüm bile ayıramaz… Bunun en güzel örneği Bülent ve Rahşan Ecevit’in efsane aşkları…14 yıl sonra Rahşan Ecevit, çok sevdiği Karaoğlanına kavuştu.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bize Ulaşın

Reklam: info@nerodijital.com

Basın: info@sosyetiq.com